30 Aralık 2009 Çarşamba

Anno Domini HD ve Riverside Güruhu

Rock severler ellerini kaldırsın. Kaldırmayanları bir dahaki yazıya davet ediyoruz :) Çıkabilirler...

Rock severlerden Anathema, Opeth, Dream Theater ve Tool sevenleri de görelim. Bunları baştan sona ezberleyenler ve temiz vokalli şarkılardan hoşlananlar...

İşte Riverside bu gruba yönelik. Malum yollarla :) ele geçirdiğim Anno Domini High Definition albümünde Anathema'nın Hindsight albümü ile ara ara Dream Theater ve Opeth ezgilerini ve Anathema'nın vokali Vincent'ın sesine çok benzeyen vokalistini bulacaksınız. Polonyalı olduklarını sonradan öğrendiğim grup hakkında kopyacı benzetmeleri olsada ben yaptıkları müzik ve sözlerinden son derece memnunum.

Özellikle Egoist Hedonist ve Hyperactive şarkılarını öneriyorum dinlemeniz için. Grubun diğer albümlerinde de aklıma gelen ilk şarkı In Two Minds parçası (Out of Myself albümünden).

Yeni bir grup aramaktaysanız şiddetle tavsiye ediyorum...

Kinyas ve Kayra, Hakan Günday

Hakan Günday'ın son kitabını görmüştüm ilk olarak raflarda. Biraz sayfalarını çevirip sonradan geri bırakmıştım. Bir akşamda Kinyas ve Kayra'ya göz gezdirmiştim aynı şekilde. Sonraki hafta sonu tekrar kitabı elime almış buldum kendimi. Basım bilgilerini incelerken kitabın mevcut baskısından önce ilk basımının Om Yayınevinde yapıldığını gördüm. Kitabı almaya o an karar verdim. Ahmet Ümit'in ilk kez okurlarıyla buluştuğu yayınevinden kötü bir ürün çıkacağını düşünmüyordum. Keşke o zaman alabilseydim kitabı, Om Yayınevinden basılmışken. Belki Ahmet Ümit hala Om Yayınevinde Kukla benzeri kitapları yazıyor olurdu...

Kinyas ve Kayra hayatlarının anlamlarını ararken amaçlarından tamamen şaşmış, bence iki koyu pesimistin zamanı olduğu gibi yaşama çabasını anlatan, ve bunu son derece başarılı bir şekilde yapan kitap. Açılışında yapılan alıntı "Omnes vulnerant ultima necat" beni çok etkiledi. Roma İmparatorluğu zamanında saatlere kazınan ve dakikalara atıf yapan bu sözün anlamı "hepsi yaralar, sonuncusu öldürür".

Yeni yazarlar arasında bir tercih yapmak istiyorsanız, size Hakan Günday'ı önerebilirim. Bol kitaplı günler...

Seyir Defterine Ek:

Aslında roman üç kitaptan oluşmakta. İlk kitapta Kinyas ile Kayra'nın beraber geçirdiği zaman dilimi anlatılmakta. İkinci kitaptaysa Kayra ile Kinyas ayrıldıktan sonra Kayra'nın başından geçenler, üçüncü kitapta ise Kinyas'ın başından geçenler anlatılıyor.

Dikkat kitabın sonunu öğrenmek istemeyenler burayı es geçsin!!!

Kitabın sonunda Kinyas evine geri dönüyor ve isteyerek AIDS'li hale gelmesine rağmen çözümün ölümde değil, bütün zorluklara rağmen yaşama arzusu taşımakta olduğuna inanıyor. Ardından da son cümlelerinde Kayra'ya "burada herşey var, sevgi var, hayat var" diyor. Kitap böyle bitti diyorsunuz ama son sayfayı çevirince boş bir sayfanın ortasında "KİNYASSSS!" yazısını görüyorsunuz.

Kayra tüm kitap boyunca insanları yalanları ile yönlendiren bir karakter. Bence Kayra ikinci ve üçüncü kitabı kendisi yazıyor. Daha doğrusu Hakan Günday böyle bir çerçeve belirlemiş olsa da Kinyas ve Kayra 2'yi çıkarsa ne güzel olur :)

24 Aralık 2009 Perşembe

Kalbimde Gizliymişsin

Sigaramın külünü izliyorum düşerken kül tablasına,
Dışarıda yağsam mı diye düşünen yağmurun ilk esintisi,
Saçların geliyor aklıma, ardından gözlerin...

Neden var olduğumu sorardım hep.
Gözlerinde saklı evrende kaybolduğum o an,
Buldum sorumun cevabını,
Senin için var olmuşum, sana aşık olmak için...

Bunca zaman nerede olduğunu ise,
Şimdi bulutların arasından göz kırpan yıldızlardan öğrendim,
Kalbimde gizliymişsin...

C.A.

22 Aralık 2009 Salı

Bir Taneme

Bulutlu gökten hoşlanmadığım kadar, hoşlanmadım yalnızlığımdan,
Yağmur yağarken saçlarına, yanında olamadığım zamanlardan,
Bensiz ağlarken silemediğim göz yaşlarından,
Bir de beni bırakmayan karanlıktan,
Ama demekten...

Sonundaysa geldin
Ve düşünmemek üzere tüm hoşlanmadıklarımı,
Gözlerinde kayboldum...

C.A.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Kasım Sonu, Aralık Başı

Schopenhauer var olmanın yararsız olduğunu zaman akışını algılayışımıza bağlamaktadır. Genel anlamda kişiler ilgilendikleri, üzerinde zaman harcadıkları şeylerden keyif almaktalarsa hem çok daha fazla vakit geçirip hem de geçen vakti algılamakta yanılabilirler. Aynı şekilde sıkıldıkları, ilgilerini çekmeyen şeylerle de göreceli daha az vakit harcıyor olsalar bile geçen her saniyeyi hissetme kapasitesine sahiptirler.

Özellikle bu fikri tecrübe etmekte olduğum son iki haftadan sonra artık var oluşumu hafifletecek aktivitelere yönlenmiş bulunuyorum. Kasım ayında okumaya başlamış olduğum Tom Robbins'e ait Parfümün Dansı son çeyreğine gelmiş durumda.

Ama asıl anlatmak istediğim PS3 için özel olarak hazırlanmış olan Uncharted 2: Among Thieves. Oyunun oynanış yapısı, silah efektlerinin tokluğu, atmosferi ve hikayesi gerçekten oyuncuyu kendine bağlamakta. Tek kişilik senaryo modu herkesi mutlu edecek kadar uzun. Oyunun başlangıcında bulunduğunuz duruma nasıl geldiğinizi öğrenene kadar yaklaşık 15 bölüm oynuyorsunuz. Bir nevi flashback gibi oluyor bu. Ama tam ahanda oyun bu kadarmış derken anlıyorsunuzki daha oyunun yarısı bile bitmemiş. Hikayenin başlarında Marco Polo'ya ait olan bir şamdanı İstanbul Topkapı Sarayı'ndan çalıyorsunuz. Üzerine saraydaki Jandarma'ların hepsi şopar kıvamında kahverengi derili ve replikleride sanki bir memur havasında: "Abi bu akşam görevleride canımı çok sıkıyor, hiç birşey olmuyor geceleri, eve gitsekde uyusak". Bu kısa replikten sonra arkadaşların sonları rutin olarak kafaya inen silah kabzası ile getiriliyor :)

Kitapta çok akıcı. Tom Robbins'in stilini Clive Barker'a benzettim. Ama aralarındaki tek fark Barker'ın yüksek dozda gerilimi sos halinde sayfalara yayması sanırım. Hem kitabı hem oyunu tavsiye ederim. Pişman olmazsınız :)

------Kaptanın Seyir Defterine Ek :)

Bu arada Katatonia, Cloud Cult, Opeth, The Tea Party, Breaking Benjamin beşlisi ile tanıştım. Şu anda da Katatonia'dan "Elohim Meth" isimli parça duvarlara çarpmakta odamda. Gerçekten dinlenmesi gereken gruplar. Özellikle The Tea Party güruhunun ilk çıkarmış olduğu Alhambra isimli albümü, albümdeki "Inanna, Grand Bazaar, Silence" şarkılarını dinlemeden geçmeyin. Breaking Benjamin ise Seether'a çok benzeyen bir alternatif rock grubu. Tüm albümlerindeki şarkıları dinlemiş olarak sizlere özellikle "Dance With The Devil" - ki şu anda açtım :) - ve "Diary of Jane" parçalarını tavsiye ederim. Cloud Cult beşli içindeki en hafif grup olmakla beraber wikipedia amcanın söylediğine göre - ben onun yalancısıyım - deneysel indie rock grubuymuşlar. Indie yaptıkları ortada. Ama adamların farkları mutlaka her parçalarının başında keman, piyano ya da klasik gitar solo ile yaklaşık üç dakika geçirmeleri ve ardından gerçekten güzel sözler eşliğinde şarkıyı tutturmaları. Feel Good Ghosts albümlerinden "When Water Comes to Life" isimli parçalarını dinlemenizi, etrafınızdakilerede dinletmenizi öneririm. Zaten girişten kemanın sesini duyan etrafınıza gelecektir...

Beşlinin son üyesi Opeth ise benim tanıtmama gerek olmayan gruplardan. Metal dinlemekteyseniz isimlerini ve şarkılarını bir yerlerden duymuşsunuzdur. Ben kendilerini bir yanlış anlama nedeniyle Nightwish ile karıştırmaktayken sonunda asıl yaptıkları müziği dinleyerek tanıştım. Neysem, onlardan da örnekler isterseniz öncelikle Black Waterpark'tan "Patterns in the Ivy" ile başlayın, Morningrise'dan "to bid you farewell"e geçin, Orchid'den "Apostle in Triumph"u mutlaka dinleyin -parçanın girişi süper :) - aynı albümde "Silhouette"yi de dinlemeden geçmeyin, Still Life albümünden de "Face of Melinda"ya bir kulak verin. Artık ne diyeyim gerisi size kalmış :)

------Işınlayabilirsin Scotty :)

5 Kasım 2009 Perşembe

Nevroz Sorunları, Alfred Adler

Freud'un psikoloji alanında başlattığı akımın yanlış temeller üzerine oturduğunu ileri süren ve günümüz psikoloji biliminin temellerini atan Alfred Adler'in kitabını yeni okudum.

"Bireysel Psikoloji" kavramını oluşturan Alfred Adler, insan hayatını ve bireylerin hayata bakışını üç unsurun oluşturduğunu söylüyor. Bu üç unsur (toplum, meslek ve aşk ~ evlilik) ile bireyin genel psikolojik durumunu çözmeye çalışıyor.

Bireylerin kişiliklerinin çocukluk yıllarında oturduğunu, yaklaşık 6 yaşına kadar devam eden bu süreçte yukarıdaki üç konu üzerinde kişilerin kendi setlerini geliştirdiklerini ve ileride sürekli bu setlere başvurarak sorunlarını çözümlemeye çalıştıklarını belirtiyor.

Kitapta farklı konular altında Adler'in pek çok hastası ile ilgili örneklere yer verilmiş. Zaten kitabın orjinal ismide Problem of Neurosis, a Book of Case Histories. Özellikle pesimist akımın altını çizdiği var olma bunaltısının ya da sıkıntısının kişilerin üç alandan birindeki çözümsüzlüğü yüzünden ortaya çıkardıklarını örneklerle de pekiştirerek anlatıyor.

Üç alandaki başarısızlıklarında aslında bireylerin bilinç altlarında gizledikleri aşağılık duygusu ve kendini diğerlerine göre yoksun hissetmelerinden kaynaklandığını söylüyor.

Pesimist akımın karşısında psikoloji alanında neler var derseniz, bakmanızı tavsiye ederim.

1 Kasım 2009 Pazar

Nefes

Gittim. Yaklaşık bir yıldan fazla süredir fragmanlarını izleyip, keşke çıksa diye dönüp durduğum film. Hakan Evrensel tarafından daha önce yazılmış eserlerden yola çıkılarak hazırlanmış senaryosu ve Levent Semerci tarafından yönetilmesi filmi gerçekten benzersiz bir hale getirmiş.

Özellikle Yüzbaşı rolündeki Mete Horozoğlu harikalar yaratmış diyebilirim. Repliklerdeki her kelime, yardımcı rollerdeki oyuncuların başarılı performansları sizleri temin ederimki Güneydoğu'daki kardeşlerimizi birebir yansıtıyor.

Tüm kadronun ellerine sağlık diyorum. Umarım benzeri kalitede ve konuda filmler ileride artarak devam eder.

6 Eylül 2009 Pazar

Büyülü Dağ, Cİlt 2, Thomas Mann

Biraz uzun oldu ikinci cildini bitirmem Büyülü Dağ'ın. Birinci ciltte Hans Castorp hastalığını öğreniyor ve hastaneye uyum sağlamaya çalışıyordu. İkinci ciltte ise Birinci Dünya Savaşı'nın etkilerini çok rahat anlayabiliyorsunuz. Bu cildin ilk yüz sayfasında Hans Castorp, İtalyan akıl hocasına rakip çıkan, eski Cizvit Rahibi, Naphta ile ulus devlet ve komunizmin detaylarına giriyor. İleride materyalizm idealizm çatışmasına dönen metin pek çok cevaplanan ve cevaplanamayan soru bırakıyor ardında. Hatta İtalyan akıl hocası tüm bu tartışmaların sonunda "Hayat çözümsüzlüktür" deyip soruların cevabını aramaktan vazgeçiyor.

Kitabın bir son bölümü varki okuduğunuz süreçte Hans Castorp'un nasıl böyle bir evrim geçirdiğine şaşıyorsunuz.

Thomas Mann, yarattığı Hans Castorp muamması ile sayılı klasikler arasına adını yazdırmış. Nobel ödülünü almasına da şaşmamalı. Mutlaka okuyun derim...

18 Ağustos 2009 Salı

Championship Manager 2010

İlk olarak bir haberde Türkçe dil desteği olacağını duydum. Dedim ki sonunda buradaki oyun satışları büyük devlerinde iştahını kabarttı. Pek önemsemeden, nasıl olsa SI bile 3B'ta dişe gelen bir oyun yapamadığından bunlardan da iş çıkmaz deyip geçtim.

Ardından Oyungezer forumlarında demonun çıktığını duydum. Millet birbirine girmişti bile. SI'cı takımı ile CM'nin tekrar canlandığını söyleyen gözleri ışık saçan umutlu takım karşı karşıya geçip, oyunlarını korumaya çalışıyorlardı. Eh bir deneyeyim deyip geçen Pazar demoyu çektim netten. Dün şöyle bir bakayım diyerek kurulumu yaptım. Eh Türçe diyede yazmış adamlar, seçtim ana dilimi ve başlattım oyunu. Kalburüstü giriş demosu ve cırtlak mavi arka planı ile CM10 ekranımı kapladı. Sadece Türkiye'yi seçip, unutulmaz CM 00-01'in arada yemek yedirten kurulum aşamasını sadece iki dakikada geçtim. FM sonrası bu süreler çok kısaldı gerçi. Oyun açılınca Birinci Lig'den Altay'ı seçtim ve karşıma Outlook tarzı bir elektronik posta kutusu geldi. Şeytan ayrıntıda gizlidir diye boşuna dememişler. Önce Başkandan gelen mesajı okurken, tık diye yardımcımdan, yetenek avcısı ekibimden, antrenörlerden hafif hafif mesajlar gelmeye başladı. Neredeyse gönder al yapacaktım var mı başka mail diye :) - o kadar da değil.

Yeni takımımda kadroya bir bakış attım. En çok beni sıkan şey listeye as takımın direkt gelmesine rağmen siz seçince eklenen yedek ve genç takım kadrolarının her adam ayrıntılarına girilip geri gelince listeden otomatik olarak as takıma dönmesi oldu. Futbolcuların bilgi ekranlarında değişik dizayn nedeniyle başta FM'deki tokluk hissini alamadım. Mesela adamların hangi ayaklarını kullandıklarını gösteren yeri ancak bir on dakika sonra fark edebildim ki hemen istatistiklerin altında yer alıyormuş.

Takımı inceledikten sonra, özelliklede 4-4-2 ile oynamaktan sıkılan birisi olarak (menajerlik oynuyoruz sonuçta bir farkımız olsun futbol dünyasında) 3-4-1-2 ile oynayabileceğimi düşünüp taktik ekranına gittim. CM10 FM'e ilk kroşeyi burada patlatmış arkadaşlar.
  • Toplu ve topsuz alanda oyuncuların duracakları yerleri belirleyebiliyoruz,
  • Serbest vuruşları dizayn edebiliyoruz (USM'den sonra ilk defa görüyorum bu özelliği sahalarda :))
  • Kişisel direktifleri çok daha rahat verebiliyoruz.
  • Takım içerisindeki paslaşma rotasyonunu sürekle bırak mantığıyla çok rahat ayarlayabiliyoruz.
Hızla gerekli ayarları yaptım. Forvetin arkasındaki oyun kurucuyuda serbest oyuncu yapıp, kafaya iyi çıkan forvete kafa pası, hızlı olan forvetinde önüne top açmasını istedim.

Antrenman seçeneklerine fazla bakamadım. Hızla maç motorunu görmek istiyordum. Sadece yedek takım ile bir antrenman maçı yaptırdım ve orada da anında motor açılıp Sensible'daki gibi maçı göstermeye başladı.

İlk maçıma Manisaspor karşında çıktım. Maç öncesi yaptığım konuşma ekranıda ne yazık ki FM'e ikinci bir kroşe patlattı. Gerçekten daha ayrıntılı ve etkili seçenekler var orada da. Ardından maça geçtim. Maç motoru bazı hatalar haricinde son derece iyi optimize edilmiş ve takım için belirlediğiniz taktikler gerçekten gözle görünür bir şekilde uygulanmakta. FM'de iki boyutlu alanda bile 4-4-2 harici bir taktikte futbolcular zoraki 4-4-2 görünümüne geliyordu. Takıma verdiğiniz direktifleri sahada birebir görmek insana ayrı bir tatmin veriyorki bunu sanırım FM 07'den beri tatmamıştım.

Genel anlamda oyunun zorluk seviyesi bayağı bir düşük tutulmuş. Zira beni sadece yabancıları ile parçalayabilecek olan Manisaspor üçlü defansımı bir türlü geçemedi ve 3-0 kazandığım maçta bir golü kafacı forvetim diğerlerini de 10 numaramın asistleriyle geniş alanlarda iyi iş yapan forvetim kaydetti. Goller olduktan sonra tekrarda kamera zoom yapıp sanki tv hissi vermeye çalışmış, güzel de olmuş.

Maç sonrası menünün üstünde kayan haberlere acaba nereden erişirim diye baktım ve karşımda UEFA Magazine tadında sadece çevirisinden puan kırabileceğim haber sayfasını gördüm. Her kıtadan, her ülkeden son derece mantıklı adeta internet spor haberleri okurmuşsunuz gibi bir iki saatinizi sadece son dedikodularda harcatabilecek bir kaynak var.

Bir başka ekside haberlerdeki çevirme düşüklüklerini görünce İngilizce'ye geçmek istesemde seçeneklerde bunun bulunmaması oldu. Umarım tüm sürümde hem bu çoklu dil seçeneğini hem de ilk bahsettiğim filtredeki bozulma olaylarını düzeltirler.

Antrenman konusunda da bilgi sahibi olunca tekrar yazacağım. Fakat söylenecek tek şey aradan geçen üç senenin Beautiful Games'e sonunda SI Sports'a rakip olabilecek kıvamda bir ürün çıkarma şansını verdiği. EA - Konami arasındaki Fifa - PES rekabeti bizlere nasıl ancak yıllar sonra yaradıysa, menajerlik egomuzu tatmin edebileceğimiz FM rezaletinden sonra artık bir CM10 seçeneğimiz var. Artık SI Sports'da bu yeni doğan güneşi görüp ya kaçacak yer arar ya da onlarda kendilerine çeki düzen verir ki ikinci seçeneği seçecekleri ortada.

Bol galibiyetli sezonlar :)...

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Büyülü Dağ, Thomas Mann, Can Yayınları

Arthur Schopenhauer ve Wagner'den etkileri satırlarında çok kolay yakalayabileceğiniz Thomas Mann'ın Büyülü Dağ'ını okumaktayım bugünlerde. Kitapta Davos'ta yer alan tedavi merkezlerinden birine kuzenini ziyarete giden ve aileden gelen zenginliği haricinde vasat bir bireyden farkı olmayan Hans Castorp'un gözlemleri anlatılıyor. Martin Eden ve Aksentiy Ivanoviç karakterlerinden sonra çok beğendiğim bir karakter. Vasat bir birey dediğime bakmayın. Aslında Hans Castorp zenginliği nedeniyle hayatta birşey yapsada mevcut durumundan daha başka bir konuma gelemeyeceğinin farkına varmıştır. Bundan dolayıda zorunlu olmadıktan sonra hiçbir şeyi yapmamaktadır. Okulu çift dikiş bitirmesi iş bulması için diploma gerektiğinden, iş aramasıda varolma sıkıntısını ortadan kaldırmak içindir.

Kitapta Thomas Mann tüm felsefi bakış açısını satır aralarında ifşa etmekte. Özellikle daha kitabı bitirmeme rağmen şu sayfalara sizlerle paylaşmak istiyorum:

"Aslında, bir yere yerleşmek garip bir iştir ve belkide bunun nedeni, amacın yalnzca kendine hizmet etmesi ve o belirli süre biter bitmez ya da o sürenin bitiminden kısa bir süre sonra, orayı terk edip eski durumumuza dönmeye kararlı olduğumuz için yeni bir çevreye alışmanın ve onu benimsemenin getirdiği zorluktur. O tür bir değişikliği, yaşamımızın esas akışına onu bölen bir parça ya da bir ara oyunu gibi sokarız ve amacımız "dinlenmek", yani yani günlük yaşantının kesintisiz tekdüzeliğinin rahatına gömülüp kendimizi ilgisizliğe kaptırdığı için gevşeme tehlikesiyle karşı karşıya kalan organizmamızın canlanmasını ve kendini yenilemesini sağlayacak bir egzersiz yapmaktır. Arada sırada vazgeçilmeyen yaşantı kuralları insanı neden olduğu yorgunluk ve yıpranmadan çok (bunlar için en iyi ilaç dinlenmedir) psikolojiktir ve zaman duygumuzla bağlantılıdır çünkü zaman, hiç kesintiye uğramadan hep aynı akarsa, elimizden kaymaya başlar ve zaman duygumuz, yaşam duygumuzla öylesine bağlantılı ve iç içedir ki bu duygulardan birinin zayıflaması demek öbürünün de acı ve yıpratıcı bir deneyimden geçmesi demektir. Can sıkıntısının kaynağıyla ilgili bir yığın yanlış düşünce dolaşır ortada. Zamanı yeni ve ilginç şeylerle doldurmanın, onun geçmesini sağladığı -aslında kısaltmak demek istiyoruz-, buna karşın tekdüzeliğin ve boş durmanın zamanı ağırlaştırdığı ve onun akışına engel olduğu kanısı yaygındır. Oysa, bu her zaman böyle olmaz. Boş durmak ve tek düzelilik bir anı ya da bazen bir saati bile uzatıp can sıkıcı bir hale getirebildiği gibi, hiçliğe indirgenene dek, çok büyük, hatta en büyük zaman dilimlerini de kısaltıp eritebilir. Tersine, zengin ve ilginç bir içeriğin saati ve hatta günü kısaltma ve hızlandırma gücü vardır ve böyle durumlarda zaman kanatlanır; daha geniş bir açıdan baktığımızda da, zamanın akışına genişlik, ağırlık ve daha somut bir biçim kazandırır ve böylece, rüzgarda savrulup giden o boş ve tüy hafifliğindeki acınası yıllara oranla, olay denen şey, aslında, zamanın tekdüzeliğinin neden olduğu sağlıksız bir kısalmadır ve kesintisiz bir değişmezlik, geniş zaman alanlarını, kalbi korkudan öldürecek denli daraltır ve her gün öbürünün aynı ise, tüm günler bir güne indirgenir ve kusursuz bir tek türlülük en uzun ömrün bile, göz açıp kapayana dek geçmiş bir kısalıkta alılanmasına neden olur..." syf 132-133

Mutlaka okumanız gereken ve 1929 Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüş bir roman...

27 Haziran 2009 Cumartesi

Swann'ların Tarafı, Kayıp Zamanın İzinde 1/7, Marcel Proust

19. yy.'ın son çeyreğinde gözlerini dünyaya açıp, 20. yy.'ın ilk çeyreğinde kapayan Marcel Proust'un en önemli eseri ve günümüzde 7 ciltte sunulan Kayıp Zamanın İzinde serisinin bu ilk kitabını dün bitirdim.

Kitap daha çok bir otobiyografi havasında Fransız halkının katmanlarını ve bunların arasındaki ilişkileri gözler önüne sermekte. Özellikle burjuva ve aristokratların hayatlarının açık bir şekilde eleştirilmesi romanda büyük bir yer kaplamakta.

Marcel Proust'un muhteşem betimlemeleri ile bir yandan Fransa'nın doğal güzelliklerini gözlerinizin önünde canlandırırken bir yandan da insanoğlunun sürekli anlam vermeye çalıştığı hayatın ve anlamının peşinden koşturacağınız, okuması çok keyifli bir roman. Kitabın sonlarına doğru bunalıma giren ana karakterin ağzından dökülen şu cümleyede yer vermek istiyorum:

"Belki de gerçek olan hiçliktir ve hayatımız var olmayan bir rüyadır".

20 Haziran 2009 Cumartesi

İnsan Ne İle Yaşar, Lev Tolstoy

Haziran'ın ortasında rastladığım ve çok kolay okunan Lev Tolstoy'un İnsan Ne İle Yaşar kitabını sizlerle paylaşmak istiyorum. Kitap toplam dört hikayeden oluşuyor. İlki kitaba adınıveren "İnsan Ne İle Yaşar?", diğerleri sırayla "Önemli Bir Olay", "İnsana Ne Kadar Toprak Gerekir?" ve "Surat Kahvehanesi".

İnsan Ne İle Yaşar?

Hikaye ailesi ile kasabadan uzakta, yokluk içinde, karısı ile aynı kuzu postunu dönüşümlü olarak giyerek kışı atlatan Semyon isimli bir köylünün borçlarını tahsil etmek ve yeni bir post almak için indiği köyden dönerken yolda gördüğü çıplak bir adama yardım etmesi ile başlıyor. Çıplak adam gün geçtikçe adını tüm kasabalara duyurur ve Semyon'un durumu iyi olur. Bu arada geçen zaman boyunca adam ne evden dışarı çıkar ne de başka bir işle meşgul olur. Sadece ayakkabı tamir edip Semyon'un dediklerini yapmaktadır. Hikaye bu yabancı adamın dünyadaki görevini tamamlayana kadar devam eder. Hikayeyi okuyacaklar için bu kadarı yeterli. Meraklılar için alttaki paragrafta hikayenin aslını paylaşacağım.

Yabancı Semyon tarafından eve alınınca karısı çok kızar. Fakat eninde sonunda adamın karların altında çıplak olduğunu anlayıpta acıdığında adam ilk kez gülümser ve yüzüne bir nur gelir. Ardından yıllar geçtikten sonra eve ayakkabı yaptırmaya gelen bir toprak ağasını görünce gülümser ve adamın sipariş ettiği botlar yerine verdiği derilerle terlik yapar ve akşam ağanın öldüğü hanımınında gömülmesi için terlik yapılması istediğini haber gönderir. Semyon şaşkın bir halde terliklere bakarken yabancı ikinci kez gülümser ve etrafa hafif bir ışık yayılır. Bundan seneler sonrada yabancı ilk kez camdan dışarı bakar. Dışarıda bir kadın biri topallayan ikiz kızları ile Semyon'a gelmektedir. İçeri girip ikizlere birer çift ayakkabı yapılmasını isteyince yabancı kızları çok beğendiğini ve neden birinin topal olduğunu sorar. Anneleri aslında kızları evlat edindiklerini, babalarının bir ormancı olduğunu ve kestiği bir ağacın altında kaldığını, annelerinin de yoksulluktan öldüğünü ölürkende kızlardan birinin üstüne düştüğünü ve topal kalmasına neden olduğunu söyler. Kadın kızları ile gittikten sonra yabancı yaklaşık on sene sonunda üçüncü kez gülümser ve etrafı kör edici bir ışık kaplar. Semyon durum karşısında nutku tutulmuş bir halde sadece arkadaşına kim olduğunu söylemeden kendilerini terk etmemesini rica eder. Yabancıda bir melek olduğunu ve biraz önce gelen kızların annelerinin canını almakla Allah tarafından görevlendirildiğini fakat tam kadıncağızın canını alacakken kadının çocuklarına bakacak kimse kalmadığı için en azından onları büyütene kadar zaman istediğini bunun içinde canını almadan Allah'ın huzuruna geri döndüğünü söyler. Fakat Allah emrini yerine getirmeyen meleğe kızar ve derhal gidip başladığı işi bitirmesini ve öğrenmesi gereken üç şeyi tamamen öğrenmeden geri dönemeyeceğini söyler. Bu sorular: "insanın içinde ne yaşar?", "insana ne verilmez?", "insan ne ile yaşar?"dır. İşte Mikail isimli melek Semyon'un karısı kendini affettiğinde ilk sorunun cevabını bulur ve gülümser: sevgi. İkinci sorunun cevabını toprak ağasını görünce bulur. Ağa bir sene boyunca yırtılmayacak bir çift bot istemektedir ama arkasında Azrail'in beklediğinden habersizdir. O ise Azrail'i görür ve gömülürken giydirilmesi için terlik yapar ve gülümser: insanlara neye ihtiyaçları olduğu verilmez. Üçüncüsünüde canını aldığı kadının çocuklarını kendi çocukları bile olmadan bakıp büyüten kadını görünce çözer: sevgi.

Kısaca böyle bir hikaye ama benim özetim Tolstoy'un hikayesini tanıtmak içindir. Siz okumadan geçmeyin derim.

Önemli Bir Olay

Bu hikayede en önemli anı tespit edip, kendileri için en önemli kararı alacak en önemli yetkinliğe sahip kişiyi bulacaklara ödül vereceğini duyan bir Kral'ın başından geçenler anlatılmakta. Kısalığıyla ters orantılı olarak her kelimesinde ayrı bir hayat dersi taşıyan bir hikaye.

İnsana Ne Kadar Toprak Gerekir?

Bu hikayede de aç gözlülüğü nedeniyle sürekli elindekilerle yetinemeyen bir çiftçinin "şu kadar toprağım olsaydı şeytana bile bakmazdım" demesi ile şeytanın Pahom isimli çiftçiye hazırladığı tuzakları anlatmakta. Hikayenin sonuna burada yer vermek istiyorum çünkü çok çarpıcı bitiyor. Pahom sonunda aklındaki tarlayı alacakken tarlanın önünde ölür ve yanındaki uşağı iki metrelik bir mezara gömer. Tolstoy'un kelimeleri ile: "İki metreden az bir toprak parçası Pahom'a yetti de arttı bile."

Günlük hayatımızda bir türlü fırsat bulupta düşünemediğimiz değerleri kısaca da olsa aklımıza getirmesi için Lev Tolstoy'un bu eserini kaçırmayın derim.

28 Mayıs 2009 Perşembe

Mülksüzler, Ursula Le Guin

Mayıs ayında okuduğum kitap daha önce Yer Deniz Hikayeleri üçlemesi ile çok beğendiğim Ursula Le Guin'in iki ödül almış romanı Mülksüzler. Aslında kitabın orjinal ismi The Dispossesed yani "Sahip Olunamayanlar".

Kitap, geçtiği zaman diliminden 150 yıl önce Ceti Güneş Sistemi'nde gerçekleşen bir devrim hareketi ile kapitalist devletlerin baskısından kurtulup bayan bir liderin çizdiği devrim öngörüsü ile gezegenin hiç yaşama sahip olmayan uydusuna sürgüne giden bir topluluğun bilim adamlarından birinin yaşadıklarını anlatıyor. Urras kapitalist sistem tarafından iki ayrı devlet arasında paylaştırılmış, şimdiki Dünya halinde bir gezegendir. Anarres devlete baş kaldırıp sürgüne zorlanan halkın yaşamaya çalıştığı Urras'ın uydusudur. Anarres'e yerleşen halk geçmişini unutmak için yanlarında devletten hiç bir kaynak getirmezler ve yep yenide bir dil oluştururlar. Anarres'te hiç bir sınıf ve ünvan yoktur. Bir bireyi diğerinden değerli kılan hiç bir özellik yoktur. Herkes aynı derecede öğrenme, çalışma ve yaşama hakkına sahiptir. İnsanlar bir yandan üniversitelerde bilim dallarında eğitim alırlarken bir yanda planlama sistemi olan bir bilgisayar aracılığıyla toplumun yaşamını devam ettirmesi için gerekli işleri kendi aralarında eşit olarak paylaştırırlar. Kitabın ismide buradan geliyor. Urras'taki insanlar sistem tarafından ele geçirilmişlerken Anarres'te bireyler toplumu ve sistemi yönlendiriyor.

Kitabın ana kahramanı ise Shevek isminde bir Fizikçi. Romanda Dünya yıkılmış sadece bir milyarlık bir insan nüfusu ile kitaptaki Cetililer harici diğer ırk olan Hainliler tarafından günümüzdeki IMF tarzında yardım almaktadırlar. Hainliler uzayda ışık hızına yakın bir hızda hareket etmelerini sağlayan bir motor geliştirmişler. Dünyadaki insanlarla da bu teknolojiyi paylaşmışlardır. Fakat Shevek Einstein'dan yüzyıllar sonra görecelilik kanunun bir açığını yakalar ve ışık hızının üzerinde seyahat etmenin teorik yolunu formüllerle ispatlar. Ama bürokratik nedenler ve bunu açıklamanın insanlığa yapabileceği bir evrensel savaş olasılığı nedeniyle açıklamaktan vazgeçer, bir süreliğine :)

Anarşist bir toplumda yetişmiş ismi harici hiçbir şeyi olmayan bir bireyin kapitalist dünyadaki gözlemlerini merak ediyorsanız Ursula Le Guin'in bu romanını kaçırmayın

5 Mayıs 2009 Salı

Nisan Mayıs Arası

Son zamanlarda yazamadım biliyorum. Bu arada Francis Bacon'ın Denemeleri'ni okudum. Bir yandan Alfred Weber'in Felsefe Tarihi'nde, Yeni Çağ Felsefesi'nden Francis Bacon ve Hume Devirleri'ne gelmişken diğer yandan da Arthur Schopenhauer'in İstenç ve Tasarım Olarak Dünya isimli çalışmasına göz atmaktaydım.

Ben bu kitapları okurken, yurdumuzun etrafında güvenlikten sorumlu olan askerlerimiz yine şehit oldular. Anneleri yine göz yaşlarına boğuldu, doğmamış çocukları babasız kaldı. Terörden nemalananlar ben kitap okurken daha çok rahatladılar. Ne de olsa onlara bakan yoktu. Orada burada çıkan ufak bir haberin ardından, televizyonlardaki bir iki ezik slogan, "şehitler ölmez" sesleri.

Pek çok diğer konuda olduğu gibi ne yazık ki terörde serbest piyasaya açık bir argüman. Uluslar arası arenada güçlü finansmanları, ulusal anlamda da buna ihtiyaç duyan kesimleri mevcut tüm dünyada. En basit silah ihalelerinin milyar dolarlar seviyesinden rakamlarla telaffuzu sanırım bunun bir başka kanıtı.

Yapacağımız nedir derseniz, en azından hakkımıza sahip çıkmaktır derim. Yani oy kullanma ve geri bildirim haklarımız. Yurt içinde ve yurt dışı basın odaklarında terör olayları, ekonomik gelişmeler ve siyasal hareketler konusunda 19. yy. sonu ve 20. yy. başı sırasında yaşanan danışıklı dövüşe taş çatlattıracak bir benzeşme, tek seslilik mevcut.

Sonuç, tarihsel geçmiş birliği olan ve kökeni Anadolu'da 10 yy.'lar kadar eskilere dayanan Türk ulusu, bugüne kadar kozmopolit bir yapıda iken yeni bir söylemle mikro ırkçılığa yönlendiriliyor. Biz Türkler, Türk değil, Laz, Kürt, Çerkez, birazda Türk ile daha pek çok ırktan oluşuyormuşuz. Peki bugüne kadar Atatürk Milliyetçiliği ile yaşayan bizlere neden şimdi "aaaa sen Türk değilsin ki" diyorlar? Atatürk "ne mutlu Türküm diyene" demiştir. Ne mutlu Türk doğana dememiştir. Ya da Türk değilim diyen kahrolsun dememiştir. Bir İngiliz ne kadar ben İngiliz'im deme hakkına sahipse bizim topraklarımızda yaşayan ve kendini Türk olarak niteleyen herkesde Türk'üm diyebilme hakkına sahiptir. Hele ki bizimle bu topraklar için kanını dökmüş Türk olmadığı söylenenler bu hakka daha da çok sahiptir.

Ama böyle olmuyor. Onun yerine terör uygulayanlar Meclis'e giriyor. Hapse girenler çıkartılıp Millet Meclisi'ne sokuluyor. 80'lerde sağ sol çatışması ile kırılan toplumumuzun genç aydınları, günümüzde laik, anti laik, faşist, demokrat, Türk, Kürt çatışmaları arasında bastırılıyor.

Sonucu tarih yazacak ve ne yazık ki bizler yaşayacağız. Ama tarih tekerrürden ibaretse sadece Yugoslavya gerçeği bizlere en müstehak son gibi göz kırpıyor AB kapısından.

Gelecek Mayıs'larda herkesin aynı kalitede eğitim alabildiği ve işsizlikle, terörün olmadığı bir Dünya olması dileğiyle...

25 Mart 2009 Çarşamba

(Kısa Kısa) Felsefe Tarihi, Alfred Weber

Bugün yazmak istediğim konu yavaş yavaş okuduğum kitapta yer verilen, Schopenhauer'in atası olarak kabul edilen, Hegesias ile içinde bulunduğu dönemi.

Hegesias'ın oluşturduğu akıma ilk yol açan Aristippos, hayatın amacının haz olduğunu ama bu hazzında bir saniyelik değil, devam eden sevinçten ve sürekli hal olarak ahlaki memnunluktan oluştuğunu belirtmektedir. İşte bu akım Hedonizm olarak tarihte yerini alır. Aristippos "kendimi eşyaya değil, eşyayı kendime bağımlı kılmaya çalışıyorum" diyerek tüm davranışlarımızda aklımızın isteklerimizin önünde olması gerektiğinide belirtiyor.

Aristippos'un Hedonizm akımını öğrencileri geliştirmeye devam etmişlerdir. Hegesias, Hedonizm üzerine yaptığı değişik açıklamalarla "peisithanatos" yani "intihara sürükleyen - ikna eden" lakabını kazanır. Hegesias, hayatta keder ve kötülüklerin görece mutluluklardan çok daha fazla olduğunu, zaten bu öğeler olmadan elde edilecek mutluluğunda sadece kuruntuya yol açacağını belirtir. Burada Hegesias'ın öncülü Aristippos'tan keskin bir şekilde ayrılır ve böyle bir düzen içerisinde hayatın amacının hiçbir şekilde elde edilemeyeceğini söyleyip, hayatın değersiz olduğu sonucunu çıkarır. Böylece, lakabını kazanmasını sağlayan önermesine de kavuşur: "Nihayet, şu halde ölüm hayata tercih edilmelidir, çünkü negatif mutluluk, elemin mutlak olarak ortadan kaldırılmasından ibaret bulunduğuna göre, hiç olmazsa o bize mümkün olan biricik mutluluğu verir." Hedonizm'in bu radikal yorumu "Pesimizm" adıyla anılmaktadır.

Pesimizmin karşıt akımı olarak ise İdealizm alınabilir zira İdealistler hayatta daha yüksek bir amaç, erdemin kazanılması gerektiğine inanarak, hayatın tek başına olmasa da yüksek amaca ve erdeme ulaşmak için bir araç olarak değerinin var olduğunu inanırlar.

İdealizmin bir başka radikal yorumuda Kinizm olarak ortaya çıkarki, Kinikler hazzın bir kötülük olduğunu, maddi ve zihni bütün zevklerden kendilerini tamamıyla uzak tutmak sayesinde ancak erdemli olunabileceğini öne sürmüşlerdir.

Böylece Schopenhauer'in temel düşünce oluşumlarının nerelerden kaynaklandığını görmüş olduk...

12 Mart 2009 Perşembe

Varoluşçu Psikoterapi, Irvin Yalom, Sonuç

Kitabı bitireli iki hafta oldu. Ancak toplayabildim notlarımı. Beğenirseniz notları, okumanızı tavsiye ederim...

Nevroz varolmaktan kaçınarak, varolmamaktan kurtulmanın bir yoludur. – Paul Tillich

Sorumluluğun farkında olmak, kişinin kendi özünü, kaderini, hayat durumunu, duygularını ve hatta acı çekişini yarattığının farkında olmaktır.

Birey oradadır, ama aynı zamanda orada olan şeyide oluşturur. – Heidegger

Bilmek ve eyleme geçmemek, hiçbir şey bilmemektir. – Japon Atasözü

İnsan hayatından sorumlu olduğu derecede yalnızdır. Sorumluluk yaratıcılığının farkında olması bir başka yaratıcı ve koruyucu olduğu inancını bırakması anlamına gelir. Derin yalnızlık, kendini yaratma hareketinin yapısında vardır. İnsan evrenin kozmik kayıtsızlığının farkına varır. Belki hayvanların bir çoban ve barınağa dair hisleri vardır, ama kendinin farkında olmayla lanetlenen insanoğlu varoluşa maruz kalmak zorundadır.

Bildik olandan uzaklaşma. Biz yalnızca kendimizi oluşturmakla kalmaz, onu oluşturduğumuzu gizleyecek şekilde biçimlendirilen bir dünya da yaratırız. Varoluşçu yalıtım, “maddelerin hamurunun,” dünyanın temel taşının içine işler. Ama her biri kişisel ve kolektif anlamlarla dolu dünyevi yapı katmanlarının altına öylesine gizlenmiştir ki, biz yalnızca sıradanlık, tekdüze etkinlik, “onlar” dünyasını yaşarız. Bildik nesneler ve kurumlar, içinde bütün nesnelerin ve varlıkların birçok kez birbirine bağlandıkları “içinde evindeymiş gibi hissedilen” sabit bir dünyayla çevrelenmişiz. Sıcak, bildik bir ait olma duygusuna sokulmuşuz; başlangıçtan beri varolan geniş boşluk ve yalıtım dünyası gömülmüş ve sesi kesilmiştir, yalnızca kabuslar ve mistik hayallerde kısa patlamalarla seslerini çıkarırlar.

Fakat gerçekçilik perdesinin bir an için açıldığını ve bizim arkaplandaki mekanizmayı gördüğümüz anlar vardır. Kendisi hakkında düşünen her bireyin yaşadığına inandığım böyle anlarda, nesneler anlamlarını yitirdiğinde, semboller parçalandığında ve insan kendini “evindeymiş gibi” hissettiği rahatlıktan koparıldığında ani bir bildik olandan uzaklaşma ortaya çıkar. Albert Camus ilk eserlerinden birinde, yabancı bir otel odasındayken yaşadığı böyle bir anı anlatmaktadır.

İşte tabelalarını bile okuyamadığım bir şehirde savunmasızım... Konuşacak bir arkadaşım yok, kısa süre sonra oyalanacak bir şeyim de kalmayacak. Yabancı bir şehrin seslerinin nüfuz ettiği bu odada, hiçbir şeyin beni bir evin ya da sevilen başka bir yerin daha sevgi dolu ışığına çekmeyeceğini biliyorum. Birine seslenecek miyim? Bağıracak mıyım? Yabancı yüzler görünürdü. Şimdiyse kalbin cansızlaştığı, yavaşça yükselip anksiyetesinin soluk yüzünü açtığı bu alışkanlık perdesi, jest ve sözcük dokusunun rahatlığı var. İnsan kendisiyle yüz yüze: Mutlu olması için meydan okurum ona... – Alber Camus, La Mort dans l’ame.

Böyle derin varoluşsal acı anlarında insanın dünyayla ilişkiderinden sarsılır. Oldukça başarılı, sıkı bir yönetici olan hastam böyle bir olay tarif etmişti: yalnızca bir kaç dakika sürmüştü, ama o kadar güçlüydü ki canlılığını kırk yıl sonra bile yitirmemişti. Oniki yaşında açık havada uyuyordu, gökyüzüne bakarken birdenbire yeryüzünden ayrıldığını ve yıldızların arasına süzüldüğünü hissetmişti. Neredeydi? Nereden geliyordu? Tanrı nereden gelmişti? Birşey (hiçbirşeyden çok) nereden gelmişti? Yalnızlık, çaresizlik ve zeminsizliğin etkisi altında kalmıştı. Hayat boyu süren kararların bir anda alındığına inanmasam da, hastam bir daha bu duyguyu hiç hissetmemek için kendisi ünlü ve çok güçlü yapmaya orada ve o zaman karar verdiğinde ısrar ediyordu.
Maslow’un temel görüşlerinden biri bireyin temel motivasyonun “eksiklik” ya da “gelişime” yönelik olduğudur. Psikonevrozların, hayatın erken dönemlerinde başlayarak belirli psikolojik “gereksinimleri” –yani, güvenlik, ait olma, özdeşleme, sevgi, saygı, prestij yerine getirme eksikliğinden doğan bir eksiklik hastalığı olduğunu düşünmektedir. Bu gereksinimleri doyurulan bireyler gelişme yönelimlidir: olgunlaşma ve kendini gerçekleştirme için doğuştan getirdikleri potansiyellerini gerçekleştirebilirler. Gelişme yönelimli bireyler, pekiştirme veya haz elde etmek için çevrelerine çok daha az bağımlıdırlar. Başka bir deyişle, onları yöneten belirleyiciler sosyal ya da çevresel değil içseldir:

Kendi iç doğalarının yasaları, potansiyelleri ve kapasiteleri, yetenekler, gizli kaynakları, yaratıcı içtepileri, kendilierini tanımak ve gittikçe daha bütün ve birleşik hale gelme, gerçekten ne olduklarının, gerçekte ne olmak istediklerinin, mesleklerinin ya da görevlerinin veya kaderlerinin ne olacağının gittikçe daha çok farkına varma gereksinimi. – Abraham Maslow, Toward a Psychology of Being
Gelişmeyle güdülenenle eksiklikle güdülenen bireylerin farklı kişilerarası ilişki şekilleri vardır. Gelişmeyle güülenen birey daha az bağımlıdır, diğerlerine daha az borçludur, diğerlerinin övgü ve şefkatine daha az muhtaçtır, onur, prestij, ve ödül için daha az kaygılıdır. Sürekli kişilerarası gereksinim tatmini istemez ve aslında, bazen diğerleri tarafından engellendiğini düşünür ve bazı mahremiyet dönemlerini tercih eder. Sonuç olarak, gelişmeyle güdülenen birey diğerleriyle bazı şeyler tedarik eden bir kaynak olarak ilişki kurmaz, onları karmaşık, eşsiz, bütün varlıklar olarak görür. Diğer taraftan, eksiklikle güdülenen bireyler diğerleriyle faydalılık bakış açısından ilişki kurar. Diğerinin algılayanın gereksinimleriyle bağlantılı olmayan yönleri ya hepten gözden kaçar ya da sinirlendirici veya tehdit edici olarak görülür. Bu nedenle, Maslow’un dediği gibi, sevgi başka bir şeye dönüşür ve bizim “inekler, atlar, koyunlar, garsonlar, taksi şöförleri, hamallar, polisler veya kullandığımız diğerleriyle” olan ilişkilerimize benzer.
Buna uygun olarak, Maslow, bu iki tip motivasyonla uyumlu iki tip sevgi tanımlar: “eksiklik” ve “gelişme”. “E-sevgisi” (eksiklik sevgisi), “bencil sevgi” veya “sevgi gereksinimiyken” “V-sevgisi” (diğer insanın varlığını sevmek) “gereksinim duymayan” ya da “bencil olmayan” sevgidir. V-sevgisinin sahiplenici olmadığını ve gereksinim duymaktan çok hayran olmak olduğunu düşünür; E-sevgisine göre daha zengin , “daha yüksek” ve daha değerli bir öznel yaşantıdır. E-sevgisi memnun edilebilir, oysa “memnun etme” kavramı V-sevgisine hiç uymaz. V-sevgisi içinde en az oranda anksiyete-düşmanlık barındırır (fakat kuşkusuz diğeri için anksiyete olabilir). V-sevgilileri birbirlerinden daha bağımsızdırlar, daha özerktirler, daha az kıksançtırlar ya da daha az tehdit hissederler, daha az gereksinim duyarlar, daha dürüsttürler, ama aynı zamanda diğerinin kendini gerçekleştirmesine daha fazla yardımcı olur, diğerinin başarılarından daha fazla gurur duyar, daha yardımsever, cömert ve destekleyicidirler. Derin anlamıyla V-sevgisieşi yaratır, sürekli gelişimi güçlendiren kendini kabulü ve sevginin değerliliği duygusunu sağlar.

Eric Fromm, Sevme Sanatı. Fromm’un başlangıç noktası insanoğlunun en temel kaygısının varoluşsal yalıtım olduğu, ayrılığın farkındalığının “bütün anksiyetenin kaynağı” olduğu ve bizim en önemli psikolojik görevimizin çağlar boyunca ayrılığın üstesinden gelmek olduğu şeklindedir. Fromm çözüm önerisinde birkaç tarihi çabayı tartışmıştır: yaratıcı etkinlik (sanatçının malzeme ve ürünle birleşmesi), heyecansal durumlar (dinsel, cinsel, uyuşturucu kökenli) ve grubun adet ve inançlarıyla uyum. Bütün bu çabalar yetersiz kalmıştır.
Üretken (yaratıcı) işte birlik kişilerarası değildir; heyecansal birleşmede başarılan birlik geçicidir; uyumla başarılan birlik yalancı birliktir. Bu nedenle bunlar varoluş problemine kısmi yanıt oluşturmaktadırlar. Tam yanıt kişilerarası birlikte, başka bir insanla birleşmede, sevgide yatmaktadır. – Eric Fromm, Art of Love

Sevgi, ayrılığımızı yok etmez – ayrılık varoluşun bir getirisidir ve yüzleşilebilir, ama yok edilemez. Sevgi ayrlık acısıyla en iyi başa çıkma tarzımızdır.

Bütün sevgi şekilleri ayrılık acısına eşit derecede iyi karşılık gelmez. Fromm “ortak yaşamsal birleşmeyi” – düşmüş sevgi şekli – “olgun” sevgiden ayırmıştır. Etkin (sadizm) ve edilgen (mazoşizm) şekli içeren ortak yaşamsal sevgi, iki tarafın da bütün ve özgür (bunu bir sonraki bölümde yanlış uyuma yönelik sevgi şekilleri arasında tartışacağım) olmadığı bir birleşme şeklidir. Olgun sevgi, “insanın bütünlüğünü, bireyselliğini koruma koşuluyla birleşmesidir... Sevgide iki varlığın bir haline gelmesi, ama iki olarak kalması açmazı ortaya çıkmaktadır.”
Anlamsızlık. Bir işle meşgul olan mutlu bir moron grubunu düşünün. Açık bir alana tuğla taşıyorlar. Tuğlaların hepsini alanın bir ucuna dizer dizmez, bunları karşı tarafa taşımaya başlıyorlar. Bu hiç durmaksızın devam ediyor ve yılın her günü aynı şeyi yapmakla meşguller. Bir gün moronlardan bii kendi kendine ne yaptığını soracak kadar duraklıyor. Tuğlaları taşımanın ne gibi bir amacı olduğunu düşünüyor. O andan itibaren yaptığı işten daha önce olduğu kadar mutlu değildir. Ben neden tuğlaları taşıdığını merak eden moronum.
Hayatta bir anlam göremediği için kendisini öldüren ümitsiz bir kimse tarafından yazılan bu intihar notu, bu son sözler gerçekten ölüm kalım meselesi olan bir soruya yalın bir giriştir.
Soru birçok şekil alabilir. Hayatın anlamı nedir? Benim hayatımın anlamı nedir? Neden yaşıyoruz? Neden buraya konduk? Ne için yaşıyoruz? Eğer ölmeliysek, eğer hiçbir şey kalıcı değilse o halde her şeyin ne anlamı var?

Çok az insan bu tür sorularla, hayatının büyük bir kısmında anlamsızlıkla uğraşan Leo Tolstoy kadar büyük bir işkence yaşamıştır. Yaşadığı deneyim (İtiraflarım’dan bir parça) bizim yolumuzu açacaktır:

Beş yıl önce garip bir zihinsel durum başladı bende: sanki nasıl yaşayacağımı, ne yapacağımı bilmiyormuşum gibi şaşkınlık ve tıkanma anları yaşadım...Bu hayat tıkamaları kendini hep aynı soruyla sundu bana: “neden?” ve “ne için?”... Bu sorular gittikçe artan bir ısrarla yanıt istediler ve tek tek noktalar gibi gruplaşarak kara bir leke halini aldılar. – Leo Tolstoy, My Confession, My Religion, The Gospel in Brief

Sartre dünyanın anlamsızlığıyla ilgili görüşünde bu yüzyıldaki hiçbir filozofun olmadığı kadar uzlaşmaz olmuştur. Hayatın anlamsızlığıyla ilgili görüşü kısa ve acımasızdır: “Bütün varolan şeyler bir neden olmaksızın doğarlar, zayıf bir şekilde yaşamaya devam ederler ve kazayla ölürler. Doğuşumuz anlamsızdır, ölüşümüz anlamsızdır.” – Jean Paul Sartre, Questions about the Meaning of Life

20 Şubat 2009 Cuma

Varoluşçu Psikoterapi, Irvin Yalom

Kitabı bir arkadaşımdan ödünç aldım, kısa kısa zaman buldukça güzel yerleri yazmaya çalışacağım. İşte ilk dikkatimi çekenler:

1. İnsanlar varoluşçu konulardan uzak durmanın en iyisi olduğunu düşünürler, çünkü hayatın zalim gerçekleriyle başa çıkmanın iki yolu vardır – kaygılı gerçek ya da inkar – ve ikiside hoş değildir. Ölümlü Don’u şu sözleri söylediğinde Cervantes bu problemi dile getirmektedir: “Hangisini tercih ederdin, akıllı deliliği mi, aptalca akıllılığı mı?”

2. Anlam hiçbir zaman bütünü meydana getiren parçaların incelenmesiyle öğrenilemez, çünkü anlama hiçbir zaman neden olunmaz; anlam bütün parçalarından daha düzenli olan insan tarafından yaratılır.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Arabeskler, Nikolay Vasilyeviç Gogol

Gogol'u elimden geldiğince okumaya çalışıyorum. Bu hikaye derlemesini özellikle "Bir Delinin Günlüğü" için aldım. Hikayeyi okudukça günümüz insanınında sorunlarını görebiliyorsunuz ta 19. yy. Rusya'sında. Hayatının çıkmazda olduğunu anlayınca adım adım deliren Rus memurun yaşadıkları anlatılıyor bu hikayede.

Kitabın içerisinde ilgimi çeken diğer üç hikaye Burun, Portre ve Palto. Burun ve Portre'yi okudum. Palto'yu ise bu gece okuyacağım.

Burun'da emekli bir binbaşı sabah kaltığında burnunu yerinde bulamaz ve aynanın karşısında nasıl olupda dul komşularını bu burunsuz hali ile ziyaret edeceğini düşünüp durur. Bu haliyle etrafta burnunu aramaya çıkınca görürki burnu Eğitim Bakanlığı'nda görevli olduğunu belirten bir memur haline gelmiştir. Yine deliliğin sınırlarında gezinen bir adam...

Portrede de beş parasız bir ressamın bir eskicide bulduğu portrenin gizemi anlatılıyor.

Gogol'un hikayelerini merak ediyorsanız bu kitabı kaçırmayın derim.

4 Şubat 2009 Çarşamba

De Providentia, Tanrısal Öngörü, Seneca

Seneca, 1. yy'ın önde gelen Yunan filozofları arasında yer almakta. Okuduğum kitabı Tanrısal Öngörü'de bir diyalog içerisinde Dünya'yı Tanrı yönetsede neden iyilerin kaderinde hep acı yattığını açıklamaya çalışıyor.

Bu açıklamayı yaparken en büyük savı hiç bir zaman talihsiz bir olayı gerçekten olmaması gerekir gibi alamayacağımız dolayısıyla bu olayın ileride başından geçen kişiye daha pek çok fayda getireceği. Hiç bir şey olmazsa en azında o kişiye yaşadığını hissetirmesi, diyor Seneca.

Alıntılamak istediğim yerler:

1. Bilgelik, kişiye yaşamın zor koşullarına katlanmayı, çalışma ve gayret göstermeyle ruh halini doğa yasalarına göre dengelemeyi, kısaca yaşamı çekilir hale getirmeyi öğretir.

2. Felsefe, sözlerde değil, işlerdedir.

3. Erdem sahibi kişi bütün zenginlerden daha zengindir.

4. Dürüst ve namuslu bir insan talihin aksiliklerini düzeltir ve, katlanmayı bildiğinden, sertliğini ve zorluğunu hafifletir, iyiliği şükranla ve alçakgönüllülükle, felaketleri metanet ve cesaretle karşılar.

5. Aklın işlediği yerde tutku barınmaz, ama insan bir kez boş bulunursa tutkular ruha sızmada hiç vakit kaybetmezler.

6. Bir insan hakkında yargıda bulunurken gözlerime inanmam; doğruları yanlışlardan ayıracak daha iyi ve daha keskin bir ışığım var. RUHUN İYİSİ RUHU BULABİLİR.

7. Tanrı; evrenden, doğadan ve üyesi bulunduğumuz bu büyük bütünden başka bir şey değildir.

8. Olup biten ve olmakta olan her şey bir gaye tarafından yönetilir; her oluş böyle bir gayeyi içinde taşır ve bu gaye oluşun yönünü tayin eder.

9. Evren tanrısal öngörü ile yönetilir.

10. Talihin aksiliklerine ancak bilge bir insan karşı koyabilir; çünkü o yaşamında önüne çıkacak olan kötülüklere kendini önceden alıştırır ve başka insanların uzun süre katlanarak hafifletebildikleri felaketleri, O uzun süre düşünüp hafifletir.

11. (Kitabın açılış cümlesi:) Dünyamızı tanrısal öngörü yönetiyorsa, neden hala iyi insanların başına birtakım kötülükler geliyor?...

12. Tanrı iyi insanı keyif içinde yaşatmaz; onu sınar, sertleştirir, kendisi için hazırlar.

13. İyi insanlar da aynı şekilde davranmak zorundadır; zorluklardan ve güçlüklerden korkup kaçmamalı, alınyazısından şikayet etmemelidir; ne olursa olsun iyi yönünden bakmalı ve iyiye döndürmelidir. Neye katlandığın değil, nasıl katlandığın önemlidir (Non quid sed quemadmodum feras interest).

14. Yara almamış bir talih hiçbir darbeye karşı koyamaz.

15. İyi insana zavallı diyebilirsin belki, ama böyle dediğin için o zavallı olmaz.

16. Başına hiçbir felaket gelmemiş insandan daha şansızı yok. Çünkü böyle bir adama hiçbir zaman kendini deneme fırsatı tanınmamıştır. Bu adam hiçbir zaman kaderine karşı zafer kazanacak değerde görülmemiştir.

17. Kader insanların en inatçısına, en dürüstüne saldırır.

18. Örnek alınacak büyük insan yaşadığı kötü kaderle keşfedilir.

19. Ölümlülerin başına gelen felaketleri ve korkuları boyunduruk altına almak, ancak büyük adamın işidir.

20. Müsabakalara katıldın. Ama senden başka hiç katılan yok; demek ki, taca sahipsin, zafere değil.

21. Senin zavallı olduğunu düşünüyorum, çünkü hiçbir zaman zavallı olmadın. Yaşamını rakibin olmadan geçirdin; ne yapabileceğini kimse bilemeyecek, kendin bile.

22. Savaş meydanından yara almadan dönenler iyi dövüşmüş olabilir, ama yaralı olarak dönen daha fazla itibar kazanır.

23. "Değer verdiklerin her zaman yanındaysa, yokluklarına serinkanlılıkla katlanabileceğini nereden bileyim? Seni başkalarını teselli ederken dinledim; ama kendi kendini teselli etmiş ve kendine kederlenmeyi yasaklamış olsaydın, ancak o zaman dikkatimi çekerdin."

24. FELAKET ERDEMİN SERGİLENME FIRSATIDIR.

25. Tanrı değer bulduğu ve sevdiği insanları sertleştirir, sınar, terbiye eder; öte yandan lütufta bulunuyormuş ve esirgiyormuş gibi göründüğü insanları zayıflatıp gelecek kötülüklere direnemeyecek hale getirir. Çünkü herhangi bir insanın esirgendiğini düşünürsen yanılırsın; çoktandır mutlu olan o insan da payına düşeni alacaktır; her kim bundan azat etmiş görünürse, onunki ertelenmiştir.

26. Ölçüyü aşan her şey zararlıdır, ama en tehlikelisi ölçüsüz mutluluktur: Beyni uyarır, akla boş hayaller çağırır, yanlış ile doğru arasına kalın bir sis perdesi çeker.

17 Ocak 2009 Cumartesi

Devlet, Platon, Hasan Ali Yücel Klasikleri Dizisi

Kitabı yaklaşık on dakika önce bitirdim. Sıcağı sıcağına söyleyebileceğim, kendisinden en az 1800 yıl sonra yazılsa da Machiavelli'nin Prensi ile günümüz dünyasındaki güç dengelerinin ve politikasının oluşumunda çok büyük etkileri olduğunu düşündüğüm bir diğer kitap olduğu Eflatun'un Devlet'inin.

Kitap Socrates'ın ve Platon'un oğulları ile diğer Akademi öğrencileri arasında geçen diyaloglardan oluşan on kitapçıktan oluşuyor. Birinci kitabın açılışı Socrates'ın doğruluğun hayatımızdaki yerini belirlemek için bu olgunun tanımını yapmaya çalışması ile başlıyor ve her kitapçıkta bu olgudan en iyi devlet düzeni arayışına doğru bir akış yaratılıyor.

Devlet düzenini tanımlamak için Socrates onu bireye eşitliyor ve en iyi bireyin sahip olacağı özellikleri kendi oluşturduğu devlet sistemine eklemeye çalışıyor.

Kitabı Machiavelli ile anmamın nedeni Prens'deki kadar açık açık halkı ezmeye ve korkutmaya yer vermesede, Socrates'ın kendi kalıplarına uygun bireyi tanımlarken daha bebekliğinde dinlediği masallara, ninnilere bile el atmasından, doğruluğu yüceltsede, doğruluğun vücut bulduğu bir bireyin bile şiir okumaması gerektiğini, bir an bile üzülmemesi gerektiğini söylediğinden kaynaklanıyor.

Gerçi benzeri itirazları Schopenhauer'e de sayfalarca yazabiliriz ama Platon'un devlet düzenini yine de biraz faşist ve bağnaz bulduğumu söylemeden edemeyeceğim :) Yine de kitapta pek çok önemli anektod var. Benim seçtiğim bazılarına aşağıda yer veriyorum ve herkese kitabı tavsiye ediyorum...

Umut tatlı talı doldurur içini,
Yoldaşlık eder ona, hoş eder gönlünü.
Umut yola sokar, yoldan çıkan insanın aklını. (Pindaros)

Zorba, başkalarının mallarını azar azar değil, zorla, toptan alır.

Cezanın en büyüğü, kendimiz yönetime karışmayınca daha kötü birinin yönetimine girmiş olmaktır.

Kötü bir kafanın yönetmesi de kötü olur, iyi kafanınkiyse iyi.

Haksızlığa uğramaktan sakınamayacaklarını, haksızlık etmeyi de her zaman beceremeyeceklerini anlayınca, bir anlaşmaya varmayı düşünmüşler, kanun koymuşlar, kimse haksızlık etmeyecek, haksızlığa uğramayacak diye. Kanunun buyurduğuna, kanuna uygun olana da doğru demişler. İşte doğruluğun kaynağı, özü budur. Doğruluk, en iyi şeyle en kötü şeyin ortasında, yani haksızlık edip ceza görmemekle, haksızlığa uğrayıp öç alamamanın arasındadır.

Haksızlık etmek bulan herkes haksızlık eder. Doğruluksa, doğruya hiçbir kar sağlamaz (kitabın sonunda bunun tam tersi olduğunu ispatlıyor Platon). Eğriliğin doğruluktan çok daha karlı olduğuna inanmayan yoktur.

İnsanlar, ancak korkaklık, ihtiyarlık, ya da başka bir yetersizlik yüzünden eğrilik edemedikleri için, eğriliği kötülerler. Besbellidir bunun böyle olduğu. Bu çeşit insanlara haksızlık etmek imkanı verebilecek olsa, bu imkanı sonuna kadar kullanırlar.

Savaş, teklerin olduğu gibi , toplumun hayatında da kötülüklerin kaynağı olan şeyden, başkalarından çok mal edinmek hırsından doğuyor.

Değerli insan kendine yeter, tek başına yaşamanın tadına varabilir.

Gerçekten ayrılma yetkisi yalnız devleti yönetenlerde olmalıdır (peki yöneticilerin neyin devlet için doğru neyin yanlış olduğunu doğru tahmin edip etmediğini kim bilecek ve kontrol edecek???).

Kendini iyi bir insan olarak yetiştirmek isteyen, güzeli arar, güzeli över, ondan hoşlanır ve onunla beslenir.

Beden ne kadar iyi durumda olursa olsun, kendi iyiliğiyle, insanın içini iyi edemez. Tersine, insan, içi iyiyse, bedenini az çok iyileştirebilir.

İnsan en çok kimi sever? Kimin rahatını kendi rahatı, kimin yoksulluğunu kendi yoksulluğu sayıyorsa en çok sevdiği odur.

İki şey varki, iş gören insanı işe yaramaz hale getirir: zenginlik ve yoksulluk.

Ölçü, isteklerimize, tutkularımıza vurduğumuz bir çeşit dizgindir.

Güzelin yolu çetindir.

Gerçekten, varlığın seyrine dalmış olan bir insan, gözlerini şunun bunun davranışına çevirmeye, onlarla dalaşmaya, onlara hınç duymaya, acı sözler etmeye vakit bulamaz.

İnsan kendi kendini yetiştirip de ekmeğini kimseye borçlu olmadı mı, hiç kimseye de hesap vermek zorunda değildir.

Kendi yararlarına düşkün, açgözlü kimseler başa geçer ve başta olmayı keselerini doldurmak için bir yol sayarlarsa, orada artık iyi bir düzen arama.

Gerçek varlığı yalnız onunla (ruhun gözü) görürüz.

Düzenine kavuşmamış devlette, yalnız kendi işlerine bakanları budala sayar herkes. Başkalarının işlerine karışanlarsa yükseltilir ve övülür.

Oligarşi: Gelir üstünlüğüne dayanan, zenginlerin yürüttüğü fakirlerin hiç karışmadığı düzen.

Bir devlette zenginlik ve zenginler baş tacı olunca, doğruluğun ve doğru insanların şerefi azalır.

Oligarşide zenginler sermayelerini büyüttükçe toplumda serseriler çoğaldıkça çoğalır.

Oligarşide öyle bir zaman gelirki fakirlikten kırılan halk isyan eder ve tüm zenginleri ya öldürür ya devlet dışına sürer. Ardından yeni düzen, herkesin zenginliğine bakılmadan, sadece salt yetenekleri üzerinden devlet kademelerine yerleşecekleri DEMOKRASİ kurulur.

Fakat demokraside oluşan üç sınıftan ikisi olan çoğunluk halk ve zamanla yine servet biriktiren azınlık zenginler birbirlerini geçmişte gördükleri olayları tekrar yapmayı planlamakla suçlarlar. Zenginler halkı isyan etmekle, halk zenginleri kendini soymakla. Sonunda düşünülen gerçekleşir ve savaş sonrası başa gelen kişi zorbalığı getirir.

En büyük haydut, rüyasında yaptıklarını uyanıkken de yapan adamdır.

Doğru adam fakirliğe, hastalığa, yahut kötü sayılan herhangi bir hale düşse de, hayatında veya ölümünden sonra ister istemez doğruluğun faydasını görecektir; çünkü Tanrılar doğru olmaya çalışan, elinden geldiği kadar iyi olarak Tanrılara yaklaşmak isteyen bir adamı yüzüstü bırakmazlar.

16 Ocak 2009 Cuma

Yalnızlık Şiiri, Duvar, Atilla İlhan, 1948

Yalnızlık Şiiri

karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
bu gece dağ başları kadar yalnızım

çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından
dudaklarımda eski bir mektep türküsü
karanlıkta sana doğru uzanmış ellerim
gözlerim gözlerini arıyor durmadan
nerdesin...

-Duvar, 1948

15 Ocak 2009 Perşembe

Kathrine Kiss Me, Tonight, Franz Ferdinand

Franz Ferdinand'ın son albümünüde tavsiye ediyorum. Özellikle albümün sondan bir önceki şarkısı Kathrine Kiss Me gerçekten dinlenmesi gereken bir şarkı:

Katherine, kiss me
Slip your little lips
Will split me
Split me away
Your eye won’t hit me
Yes, I love you, I mean it
I’d love to get to know you

Sometimes I say the stupid things I think
I mean I
Sometimes I think the stupidest things
Mmmmmm
And do you ever wonder
How the boy feels

Katherine, kiss me
Flick your cigarette, then kiss me
Flick your eyes at mine so briefly
Your leather jacket lies
In sticky pools of Cider Blackberry
You glance and ricochet
From every alpha male behind me
Eyes
Like bubbles on the washing machine

Mmmmm
I wonder
How the boy feels

Katherine , kiss me
In the alleyway
By ………..
Jacket in the sodium light
Yes, I love you, I mean I
Need to love

And though your opened eyes stay bored
Upon the overflowing pipes above me
Tonight
I don’t mind
Because I never wonder
How the girl feels

11 Ocak 2009 Pazar

Unforgiven 3, Death Magnetic, Metallica

Ekonomideki durgunluğun tüm sektörlerde artarak hissedilmesi, bir parça toprak için çıkarılan savaşların hız kesmeden can almaya devam etmesi, yokluk içinde terörist olmaya mahkum edilen insanların çığlıkları ve tüm bunları duymayıp yaşamaya devam eden bizler için... Son günlerde üst üste dinlemekte olduğum Unforgiven 3'ü hepinize tavsiye ediyorum...

How could he know
This new dawn's light
Would change his life forever?
Set sail to sea
But pulled off course
By the light of golden treasure

Was he the one causing pain
With his careless dreaming?
Been afraid
Always afraid
Of the things he's feeling
He could just be gone
He would just sail on
He'll just sail on

How can I be lost,
If I've got nowhere to go?
Search for seas of gold
How come it's got so cold?
How can I be lost?

In remembrance I relive
And how can I blame you
When it's me I can't forgive?

These days drift on
Inside a fog
It's thick and suffocating
His sinking life
Outside it's hell Inside, intoxication
He's run aground
Like his life
Water much too shallow

Slipping fast
Down with his ship
Fading in the shadows
Now a castaway
They've all gone away
They've gone away

How can I be lost
If I've got nowhere to go?
Search for seas of gold
How come it's got so cold?
How can I be lost?
In remembrance I relive
And how can I blame you
When it's me I can't forgive?

5 Ocak 2009 Pazartesi

Mevlana, Hayatı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler, Abdülbaki Gölpınarlı

Mevlana ile ilgili kitapları, özellikle en büyük eseri Mesnevi'yi her yerde görebilirsiniz. Fakat bu kitapların altında Abdülbaki Gölpınarlı imzası varsa onlara daha bir önem vermeniz gerekiyor. Okuduğum kitapta Gölpınarlı tarafından Mevlana'nın tüm eserlerinden bir derleme. Varlık yayınlarından çıkan kitaptan seçtiğim bazı alıntılara bırakıyorum anlatımı:

Ham pişkinin halinden anlamaz; öyleyse söz kısa kesilmelidir.
Bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın?
Yaşayan sevgilidir, aşık, bir ölü.
Zalim, onlardır ki, gözlerini kapamışlardır da söyledikleri sözlerle bütün alemi yakmışlardır.
Kötü kişilere ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkiyanın eline kılıç vermeye benzer. Bilgi mal, mevki ve hüküm, kötü kişilerin elinde fitnedir. Yüzlerce aslan bir araya gelse, bilgisizlikten, geçtikleri yüce mevkilerin yaptığı fenalığı yapamaz.
Doğan, isterse beyaz ve eşsiz olsun; fare avlandıktan sonra bayağıdır.
Can, tecrübeyle sabittir ki, bilgi sahibi olmaktan ibarettir.
Bilgi, uçsuz bucaksız ve kıyısız bir denizdir. Bilgi dileyense, denizlerde dalgıçlık edene benzer.
İçinde yoksulluk havası oldukça adam, dünya denizine batmaz, üstünde yüzer durur.
Sevgi ve acımak, insanlık vasıflarıdır. Hiddet ve şehvetse hayvanlık vasıfları.
Aşk, büyüklere baldır, çocuklara süt. O her gemiye yüklenen ve geminin ağırlığından fazla olduğu için batmasına sebep olan son yüktür.
Dünya, her nefeste, yeniden yeniye yaratılmada, yenilenmededir.
Okuyan, aklı miktarınca anlar :)
Hava ve hevesinden kurtulmuş kişiden başka ergin yoktur.
Olgun er, toprağı tutsa altın olur, noksan kişi, altını eline alsa toz toprak kesilir.
Kılıç, kesmekten utanmaz.
Her kelleye bir külah bulunur.
Şimşek ışığıyla yol alınmaz.
Nasıl nefes alayım ki her nefeste dağınıklığımız, daha da fazla dağılıp gitmede.
Ey Şemseddin, can da sensin, canında canı sen, sevgili de sen. Aşkın, cana da, sana gidecek yolu gösterir, gönle de. (Enel Hak dediği an budur)
Can, aşktan binlerce edep öğrenmede; öylseine edepler ki, mekteplerde öğretilmesine imkan yok.
Akıl, bütün gidilecek yolları bilse bile, yine aşk yolunu bilmez, şaşırır kalır.
Ey bir işe, bir güce koyulup kendine dalan, sen kendinden geçmedikçe ne iş yapabilirsin ki?
Aşıkların zinciri nedir? Dur sana söyleyeyim: Sevgilinin dalga dalga saçları.
Ciğerlerimizi aşk okladı ama bir bak da gör, hiçbir ağrı, sızı yok, fakat nasıl da kan damlamada.
İnsan, taptığına layıktır, taptığının değerincedir.
Ölü gibi sus ey gönül, çünkü biz, zaten bu dil yüzünden varlıkla töhmet altına girmişiz.
Şu dünya, bir hilebazdır, yarın diye vaat eder durur; a güzel oğul, biz ondan akıllıyız; çünkü içinde bulunduğumuz anı biliriz ancak.
Bir hoşluk, bir güzellik, elinden çıkıp gitti mi gam çekme, kederlenme, iyi bil ki başka şekle bürünür de gene sana gelir o.
İsteyeni istenen haline getirir, alt olanı üst eder, nice dua edenleri keremiyle, lütfuyla dualara kıble yapar.
Felekten yarım ekmeği olan, oturmak için bir yuvası bulunan, ne kimsenin iltifatını dileyen, ne de kimseye iltifat eden kişinin ne hoş bir alemi var, zevkiyle yaşasın.

Bunların yanı sıra kitapta Mevlana'ya ait pek çok hikaye var. Mevlana'nın Mesnevi'sini okuyacak zamanım yok diyorsanız bu kitabı sakın kaçırmayın...

3 Ocak 2009 Cumartesi

Ahmet Ümit'in İmza Günü

Bugün Taksim Mephisto Kitabevi'ndeydim. Ahmet Ümit'e son kitabı Bab-ı Esrar'ı imzalattım. Güzel dilekleri ve harika yazarlığı için kendisine tekrar teşekkür ederim. Fotoğraflara buradan ulaşabilirsiniz: Cüneyt Aydoğan

Yaşamın Anlamı, Immanuel Kant

Hayatına 80 yaşında, 1804 yılında veda eden Kant, şu ana kadar idealizm ile materyalizm arasında kalmış en önemli düşünürlerden. Pek çok kaynakta kendisinin katıksız bir idealist olarak tanımlandığını görebilirsiniz. Fakat okuduğum bu kitapta her ne kadar idealist olsa da aslında bilime dolayısıyla materyalizme de kapısının açık olduğunu belirtiyor. Sözü kitapta en beğendim paragraflara bırakıyorum:

1. Başkalarını eğitmek isteyen kişi, az bilgiyle bilge olabilmenin zorluğu konusunda çok şey bilmelidir. (s.22)
2. Kitaplar üzerine geniş bilgi sahibi olmak, gerçi bilgiyi arttırır ama yanına akıl eklenmediği sürece, kavrayışı ve algılayışı geliştirmez. (s.22)
3. Doğanın kurguladığı her şeyin bir amacı vardır. Zehirler bile, öz sıvılarımızda üreyen diğer zehirleri yok etmek için hizmet verirler. (s.23)
4. İnsanla ilgili her türlü bilgi düşünceyle başlar, oradan kavramlara geçer ve fikirlerle sona erer. (s.24)
5. İnsan. Dimdik durması ve göğü izlemesi için yaratılmış bir canlı. (s.25)
6. "Ne istiyorum?" diye sorar düşünme yetisi. "Bu neye bağlı?" diye sorar yargı gücü. "Bundan ne sonuç çıkar?" diye sorar akıl. (s.30)
7. Hoş memnuniyet veren şeye; güzel, hoşa giden şeye; iyi ise, değer biçilen şeye denir. (s.31)
8. Az ama bu Az'ı tam olarak bilmek, çok ama yüzeysel bilmekten daha iyidir. (s.35)
9. Bir Tanrı olduğunu söyleyen, bildiğinden daha fazlasını söyler, bunun aksini söyleyende. (s.38)
10. Salt düşünce gücü ya da salt akılla elde edilen şeylerle ilgili tüm bilgiler, hayalden başka bir şey değildir ve gerçek sadece tecrübede gizlidir. (s.40)
11. İnanca yer açmak için bilimi yerinden kaldırmam gerekti. (s.42)
12. Tüm insanların kolayca anladıklarına inandıkları şeylerden en az şeyi anladığım hususundaki anlama zayıflığımı bir sır gibi saklamayacağım. (s.46)
13. İnsanın, bir şeyi yapması gerektiği için, o şeyi yapabilmenin bilinci içinde olması, onun içinde, ona aynı zamanda kendi gerçek kaderinin büyüklüğü ve yüceliği üzerinde kutsal bir ürperiş hissettiren, derin tanrısal bir yetenek ortaya çıkarır. (s.57)
14. İnsan, daha iyi bir insan olmadığı müddetçe, mutlu olmayı umamaz. (s. 71 - Bu cümlenin yanına "Sen gitte bunu Schopenhauer'e sor" diye yazmışım zira kendisi mutluluğun zaten var olmadığını kabul ediyor...)
15. İnsanın ilk endişesi, nasıl mutlu olacağı değil, tersine büyük mutluluğa nasıl layık olacağıdır. (s.71)
16. Hayatın rastlantısal kötülüklerine katlanmaya ve aynı şekilde hayatın yüzeysel eğlencelerine dalmamaya kendini alıştır. İnsanın kendisini ahlaksal açıdan sağlıklı tutması için, bu bir tür perhiz sanatıdır. (s.73)
17. Bir insanın sahip olduğu alışkanlıklar ne kadar fazlaysa, o insan o kadar az özgür ve bağımsızdır. (s.77)
18. Sevgi, aklın yasa yoluyla emrettiği şeye karşı insan doğasının eksikliğini tamamlamak için, gerekli bir parçadır. (s.83)
19. Kim gücü yettiğinden daha fazla ciddi ve görevine sadık bir anlayış içinde davranırsa, o kişi gücü oranında olmayan şeyleri umabilir, çünkü bu eksiklik yüce bilgelik tarafından giderilecektir. (s.88-89)
20. Adil bir dağıtımı tek başına gerçekleştirecek olan tek varlık Tanrı'dır. Tanrı; herkesi sorumlu kılan bir varlık, özgürlük; doğanın tüm gücüne karşı görevlerini yerine getirdiğini savunmak için sarf edilen insan gücü, ölümsüzlük; mutluluğun ya da acının, ahlaksal değerleriyle ilişkilendirilerek insana paylaştırılacağı bir durum. (s.91)
21. Çoğu insanın dinsel bilgisi vardır ama din inancı yoktur. (s.95)
22. Şayet dünyadaki her şey erdemi ödüllendirip, kötü alışkanlığı cezalandırsaydı, ahlaksal değer yiter ve Tanrı inancına ulaşılmamış olurdu. (s.96)
23. Tanrı'nın tüm gücü adaletin yanında yer alır. (s.96)
24. Zevkler tartışılmaz. (s.97)
25. Saygı olmadan gerçek sevgi olmaz. (s.107)
26. Sevgi hissetme işidir, isteme işi değildir ve istediğim ya da istemek zorunda olduğum için sevemem; bu halde sevme yükümlülüğü, anlamsızlıktır. (s.108)
27. Yaşamları en fazla değer taşıyanlar, ölümden en az korkanlardır. (s.115)
28. Arzularını tatmin etmesini bilen kişi, zekidir; ona hükmetmesini bilen kişi ise bilgedir. (s.116)29. Acı etkinliğin dikenidir ve her şeyden önce bunda yaşadığımızı hissederiz; bu olmadan cansızlık olurdu. (s.117)
30.12.2008